Yazmanın kendi içinde bir disiplini, bir teknik boyutu, kuralları olduğunu özellikle ilk kitabına çalışan yazarlarımız büyük oranda göz ardı ediyor.
Yayınevlerine her gün onlarca dosya gelir. Bunların çoğu işlediği konuya dair son derece iddialıdır; yayınevimizde birebir görüştüğümüz yazar adayları da, konuşmalarının hemen başında, ‘Size isterseniz kısaca konumu özetleyeyim’ diye başlayıp, birbiri ardına ilginç, duygusal ya da heyecanlı olayları sıralamaya başlar.
Bu güzeldir.
Etkileyici konular bulmak, bunlar üzerine düşünmek, bunlardan bir hikâye yaratmak, başlı başına bir yetenektir.
Ama yazın sanatının iyi bir konu bulmaktan bir adım önde giden bir sorusu vardır:
“Nasıl anlatacağız?”
Yazarları, sokakta hikâyelerini anlatan diğer insanlardan ayıran temel özellik de budur: Anlatım yetenekleri.
Daha işin başında, ‘Nasıl anlatacağım’ı düşünmeden, ‘Benim güzel bir konum var’ diye doğrudan kaleme sarılan nice yazar, ortaya çıkan çalışmalarının niçin yayınevlerinin ilgisini çekemediğini de uzun uzun düşünmez.
Atladıkları nokta, ortaya çıkan ürünü ayrıştıran, onu başlı başına bir bütünlüğe ulaştıran noktadır aslında.
Bunun için, özellikle yayınevimize gelen yazarlarımıza ve yazar adaylarımıza önce bu noktanın altını kalınca çizmeye çalışıyoruz.
Anlatmaya başlamadan önce, nasıl anlatacağınızı belirleyin.
Bunun için de kurgu metinlerin tekniği üzerine kafa yorun.
Kitabınızın önce bir ‘tema’sı olsun; konunuzu sonra geliştirin ve sonuna dek daha baştan tanımladığınız o temaya sadık kalın.
Bunun için açılmış kurslardan yararlanın, kurslara gidecek vaktiniz yoksa, bu alandaki kitapları mutlaka okuyun ve o kitaplardaki örnekler üzerinden kendi denemelerinizi yapın.
Bir süre sonra ilk metinlerinizdeki dağınıklığı çok daha kolay göreceksiniz!
Ve hiçbir zaman, “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmayın.”
Bir örnek:
Geçtiğimiz günlerde yayınevimizde günlük koşturmacamıza devam ederken, kapımız çaldı ve bir yazar adayı elindeki iki dosyayla karşımızda belirdi.
Bu dosyalarda ilki dokuz yüz sayfa, ikincisi sekiz yüz elli sayfaydı ve her ikisi de bir romandı.
Sohbet ederken, kendisine, niçin bu kadar uzun yazdığını sorduğumuzda, ‘Ne anlatması gerekiyorsa, onu anlattığını, bu nedenle olayın bütünlüğü açısından dosyaların bu çapta olması gerektiğini’ bize söyledi.
“Peki bundan emin misiniz?” “Bu kitabı okuduğumuzda her sayfanın gerekli olduğunu biz de anlayacak mıyız?” diye tekrar sorduğumuzda bu kez o soran gözlerle bize baktı, devam ettik:
“Size şöyle bir örnek verelim: Geçen yıl yayımladığımız ve büyük ilgi görüp, çok kısa zamanda ikinci baskısını yapan kitaplarımızdan biri 350 sayfa. Bu kitap bize geldiğinde kaç sayfaydı biliyor musunuz? 1100 sayfa!”
“Ama konusunun ne kadar iyi olduğunu gördüğümüzde yazarımızla bir karar aldık ve uzun süre, birlikte bu kitaba çalışarak, olabilecek en iyi hale getirmeye çalıştık.”
“Kitap 1100 sayfadan, 350 sayfaya indiğinde, son hali okuyan yazarımız ne demişti biliyor musunuz: ‘İşte, ben tam da bunu anlatmak istemiştim!’”
“Yazarımızın seçtiği konu, yarattığı karakterler, son derece iyiydi, ama bu konuyu anlatmak istediğinde ipin ucunu elinden kaçırmış, anlattıkça anlatmış; anlattıklarını bir yere bağlamamış, metni dağıtmıştı; çünkü başta bir tema belirlememiş, olay örgüsü üzerine çalışmamıştı.”
Biz bunları söylerken, karşımızdaki yazar adayımızın önce yüzü asıldı, sonra daha fazla dayanamadı lafa girdi:
“Kusura bakmayın ama… Bu bana göre bir duygu katliamı, ben duygularımı neden kurban edeyim!”
Konuya hakim olmadan, yazmanın işçilik kısmına çok uzun süreler kafa yormadan, sadece eldeki amatör metin üzerinden geliştirilmiş bir özgüven, bir yazar ya da yazar adayı için en tehlikeli şeydir.
Kendisini, okumak isterse diye yazın sanatına dair birkaç kitap önererek uğurladık.
Ne diyorduk?
Nasıl anlattığımız, ne anlattığımız kadar önemli.
Haftaya bu konuyu biraz daha derinlemesine inceleyelim.
Bu arada, bu Karina Blog’un ilk yazısı, artık her pazartesi beraberiz!
Merhaba!:)